Üzerinden haftalar geçmişti görmemiştim. "Yarın anneme gitsem nasıl olur?" dedim. "Olur sen bilirsin.." dedi. Anneme haber vermeden önce sorumluluk bilinciyle yerimden fırladım. Mutfak tezgahının üzerine akşam yemeğinden sonra biriken, coşkusu ocak ve fırının içine taşan bulaşıkları toplamaya, banyoda çamaşır suyunda bekleyen toz bezlerini sıkıp asmaya, yarın işe giderken giyeceği kıyafetlerini hazır etmeye, sabah evden vakitlice çıkmak için kendi çantamı üstümü başımı ayarlamaya koyuldum. Ne de olsa işleyen bir kurum olan evin düzeni aksatılamazdı. Ama asıl neden bu değildi tabii.Yarın evde olmasam da (akşama kadar) burası benim asıl vatanım ve zinhar ihmal etmemem gerektiği bilincindeyim mesajını sevgili kocama tüm gayretimle göstermekti. Anneme haber vermemiştim henüz. Nasıl olsa evdedir düşüncesi ya da annenin işi olsa da evladına, hele ki yeni evlenmiş ve kalbinde sızısı taze olan evladına her koşulda müsait olacağı hissiyle, "sabah ararım hem sürpriz olur" diye uyudum o gece. Sabah kocamı işe uğurladıktan hemen sonra akşamdan planladığım gibi çabucak hazırlanıp çıktım evden. Böyle günleri seviyorum. Bilindik, çok aşina olduğum o muhabbeti yaşamak, önceden hiç çaba sarfetmeksizin elde ettiğim bir şeyi yapabilmek adına şimdi kendimi bir telaşın içinde buluyorum. Akşamdan hazırlıklara başlayıp; sabah arayıp -ben geliyorum- demeler, -istediğin canının çektiği bir şey var mı- diye sorulması, -yok, sen ne yapsan o olur, kendini yormalar-, onun sesindeki neşenin sende burulma olarak tezahürü... Bütün bunların bir sene önce ne anlama geldiğini bilmezken şimdi sana müthiş bir rahatlama ve mutluluk vermesi...
Nihayet otobüse biniyorum. Bizim burada uzun bir cadde var, caddenin ilk durağı son durak olarak geçiyor ama neyse. Buradan binen yaşlılar 65 yaş üstü kartlarına güvenerek bir kaç durak sonra, ikiyüz bilemedin üçyüz metre ileride iniyorlar. Belli ki yanıma oturan amca da bu taifeden. Oturur oturmaz cebinden çıkardığı fişin üzerine, yine ceketinin iç cebinden çıkardığı kalemiyle bir şeyler yazmaya başlıyor. Bir yandan küçük poşetin içinde, turuncu bir köpük tabağın üzerine gelişigüzel atılmak suretiyle, ambalajın sağına soluna bulaştırılarak jelatinlenmiş kıymanın etiketine bakıyor, bir yandan da fişe yazıyor; 550 gr kıyma=25bin 300 kuruş. E aynısı fişte de yazıyor halbûki, ama olsun ne alıp verdiğini iyice kendine belletmek istiyor zahar. Sabahları bu otobüsün Şişhane 2 durağına kadar olan yolcu profili; Arap turistler ve günlerini nasıl geçireceğini bilemeyen, her sabah farklı bir ihtiyaçla, işe yarıyor hissini kaybetmemek adına, söz gelimi, Karaköy'e inip eve üçlü priz almaya giden emekli amcalardan müteşekkil. Unkapanı köprüsünü geçip Fatih'e geldiğimizde ise yolcu profili; evlerinin rahatlığından büyük umutlarla çıkarak , yirmi liralık naylon elbiseyi üçyüz liraya satan mağazaları teker teker gezip ayaklarına kara sular indiren hanımlara evriliyor. Düğünde-bayramda, hısım-akrabaya mahcup olmamak için, önceden planlandığı üzere bu sabah annesiyle Fatihe gelip butiklere bakınmış, fakat umduğunu bulamamış, bu kadar şatafatın içinde aradığı sadeliğe ve ucuzluğa erişememiş, mutsuzluğunu annesine yansıtmamaya çalışırken, tuhaf bir mahcubiyete bürünen genç kızların kafalarında kurguladıkları yeni alışveriş rotalarıysa, kalitesiz ama nispeten daha uygun fiyatlı, büyük perakende mağazaları oluyor.
Kafamda tüm bunlar ve bugünü aileme bahşederek aksattığım diğer ödevlerim varken yaklaştığımızı farkediyorum. Bu güzel bir şey. Eskiden buraları sevmediğimi, şimdiyse tanıdık bildik bir yerde olmanın, az önce Cevizlibağ'dan otobüse binerken bana yabancı olan ablanın, bu semte geldiğimizde sanki akrabammış gibi içime güven vermesinin eminim bir sendromsal durumu vardır ama geçelim. Yolda adımlarım hızlanıyor, anneme kahvaltıya giderken ve çay henüz tazeyken önüme bir tanıdığın aniden çıkıp beni lafa tutmasından korkuyorum. Evimizin olduğu sokağa girince anamın beni pencereden gözlediğini görüyorum, küçülüyorum. Bir sene önce bunu yaptığında anlam veremediğim, "geliyorum ya işte oradan gelene kadar bakmana ne gerek var" diye çemkirdiğim eylemin aslında ne büyük bir şefkat cüz'ü olmaklığı boğazımı düğümlüyor bu sefer. Apartmana yaklaşırken, yüzüm gözüm iyice seçiliyorken, kafamı kaldırıp yukarı bakamıyorum. Kızarmış burnumdan, içli suratımdan canımın sıkkın olduğunu düşünmesin diye. Başım eğik acele ediyormuş gibi süratle geçerek apartman kapısının önüne ; "otomatiğe bas kız diyorum, kurt gibi acıktım"...
Nihayet otobüse biniyorum. Bizim burada uzun bir cadde var, caddenin ilk durağı son durak olarak geçiyor ama neyse. Buradan binen yaşlılar 65 yaş üstü kartlarına güvenerek bir kaç durak sonra, ikiyüz bilemedin üçyüz metre ileride iniyorlar. Belli ki yanıma oturan amca da bu taifeden. Oturur oturmaz cebinden çıkardığı fişin üzerine, yine ceketinin iç cebinden çıkardığı kalemiyle bir şeyler yazmaya başlıyor. Bir yandan küçük poşetin içinde, turuncu bir köpük tabağın üzerine gelişigüzel atılmak suretiyle, ambalajın sağına soluna bulaştırılarak jelatinlenmiş kıymanın etiketine bakıyor, bir yandan da fişe yazıyor; 550 gr kıyma=25bin 300 kuruş. E aynısı fişte de yazıyor halbûki, ama olsun ne alıp verdiğini iyice kendine belletmek istiyor zahar. Sabahları bu otobüsün Şişhane 2 durağına kadar olan yolcu profili; Arap turistler ve günlerini nasıl geçireceğini bilemeyen, her sabah farklı bir ihtiyaçla, işe yarıyor hissini kaybetmemek adına, söz gelimi, Karaköy'e inip eve üçlü priz almaya giden emekli amcalardan müteşekkil. Unkapanı köprüsünü geçip Fatih'e geldiğimizde ise yolcu profili; evlerinin rahatlığından büyük umutlarla çıkarak , yirmi liralık naylon elbiseyi üçyüz liraya satan mağazaları teker teker gezip ayaklarına kara sular indiren hanımlara evriliyor. Düğünde-bayramda, hısım-akrabaya mahcup olmamak için, önceden planlandığı üzere bu sabah annesiyle Fatihe gelip butiklere bakınmış, fakat umduğunu bulamamış, bu kadar şatafatın içinde aradığı sadeliğe ve ucuzluğa erişememiş, mutsuzluğunu annesine yansıtmamaya çalışırken, tuhaf bir mahcubiyete bürünen genç kızların kafalarında kurguladıkları yeni alışveriş rotalarıysa, kalitesiz ama nispeten daha uygun fiyatlı, büyük perakende mağazaları oluyor.
Kafamda tüm bunlar ve bugünü aileme bahşederek aksattığım diğer ödevlerim varken yaklaştığımızı farkediyorum. Bu güzel bir şey. Eskiden buraları sevmediğimi, şimdiyse tanıdık bildik bir yerde olmanın, az önce Cevizlibağ'dan otobüse binerken bana yabancı olan ablanın, bu semte geldiğimizde sanki akrabammış gibi içime güven vermesinin eminim bir sendromsal durumu vardır ama geçelim. Yolda adımlarım hızlanıyor, anneme kahvaltıya giderken ve çay henüz tazeyken önüme bir tanıdığın aniden çıkıp beni lafa tutmasından korkuyorum. Evimizin olduğu sokağa girince anamın beni pencereden gözlediğini görüyorum, küçülüyorum. Bir sene önce bunu yaptığında anlam veremediğim, "geliyorum ya işte oradan gelene kadar bakmana ne gerek var" diye çemkirdiğim eylemin aslında ne büyük bir şefkat cüz'ü olmaklığı boğazımı düğümlüyor bu sefer. Apartmana yaklaşırken, yüzüm gözüm iyice seçiliyorken, kafamı kaldırıp yukarı bakamıyorum. Kızarmış burnumdan, içli suratımdan canımın sıkkın olduğunu düşünmesin diye. Başım eğik acele ediyormuş gibi süratle geçerek apartman kapısının önüne ; "otomatiğe bas kız diyorum, kurt gibi acıktım"...
Yorumlar
Yorum Gönder