Şimdi ne yapacağını düşünürken kıvrandığı, kıvrana kıvrana uyuduğu bir gecenin ağrılı sabahına, sabaha haksızlık olmasın öğlenine, yine isteksiz uyanmıştı. On iki yıl diye geçirdi aklından, tam on iki yıldır isteksizlik varlığını içine yuttuğundan beri iştahla yaptığı pek bir şey kalmamıştı. Düşündü, sabahı böyle derin bir sızıyla başlayan günden artık ne bekleyebilirdi bilmiyordu. Yine de son bir gayretle önce uyuşan başını doğrulttu. Ardından ağırlaşan omuzlarını yataktan yavaşça ayırdı. Yatak bedenini yeniden kendisine çekmek isteyen koca bir mıknatıs gibiydi. Oturdu bir süre, dik durmakta zorlanıyordu. Nihayet bacaklarını da yataktan indirdi. Terliğini yere bakmadan ayak yordamıyla bulmaya çalıştı. Kendini zemini kaymış, havada asılı duran bir toz zerreciği, içi bomboş bir balon gibi hissetti. Yatağın köşesine gözü takıldı. O telefon geldiğinde yatağın ucuna çökmüş, büzüşmüş, küçücük kalmış halini gördü. Yıllardır o bedene hapsolmuştu. Bunca yıldır tek başına yüklendiği tüm sorumluluklar, cevap alamadığı, hatta soru soramadığı tüm hatalar zaman aşımına uğramış, giden de gittiğini beğenmemiş ve belki de bıraktığını hatırlamış olacak ki şimdi geri dönüyordu.
Kaskatı kesildi. Dünyada her şeyin önüne koyduğu, yemeğin en pişkin tarafından, kanepenin en rahat yerine, sütün kaymağından, sevilecek diğer tüm şeylere layık gördüğü o adam, üstelik zamanını da bildirmeden çıkıp gelecekti. Ah ne vardı cesaret edebilseydi, eve gelseydi ki kimseler yok, odaları gezseydi, dolapları açsaydı da her yer bomboş. Bu düşüncenin kendisi bile onu hareketlendirmeye yetti, bir anda isteksizlik batağından çıkar gibi oldu. Hemen balkona koştu. Bir güzel yıkadı. Perdeleri çekti, mutfağa gitti, ocağa çayın suyunu koydu. Her zaman tomurcuklu yapardı. Dengeli bir karışım, tomurcuk tadı belli belirsiz. Saate baktı, çocukları bugün arkadaşı okuldan alacak ona geleceklerdi. Babasını görmese de onda köklenmiş, uzakta olduğunu bilseler de onunla yaşamanın bir yolunu bulmuş çocuklar gerçeğin duvarına şimdi nasıl çarpacaktı? Bir anda gelen hareket isteği söndü, cesareti kayboldu bu düşüncelerle. O korkarak, üzülerek yaşamaya cesaret etmişti, cesaret hep üstün duygularla mı yaşanırdı?
İşte çocuklar da gelmişti, söylemekle söylememek arasında gidip geliyordu.. Arkadaşları acıyan gözlerle bakıyordu, herkes kendi nasılsa o halin benzerini anlıyor, kabulleniyor sonra da rafa kaldırıp unutuyordu. Neyse ki bu boş bakışlara alışalı da çok olmuştu.
Çocukların sesleri kendi suskunluklarını bastırırken sofra kuruldu, çaylar konuldu.. Çok geçmeden belli belirsiz bir zil sesi geldi. Silkindi, bir çırpıda kapıyı açtı. İşte gelmişti. Mağlup galibe nasıl bakarsa öyle bakıyordu, zaman aşımına uğrayan tek şey sanki kendisiydi. Konuşmadan içeri girdi, daha dün gitmiş gibi kanepeye yerleşti. Birden herkesin hareketi ağırlaştı, çocuklar fotoğraflardan anımsadıkları bu adama hem yakın hem çok uzaktı. Sarılamadılar, sarılmadı da.
Sehpaya ağır bir hamleyle uzandı, su aldı. Kadının yüzüne öylece bakarken bardağından yudumlar alıp salonun boşalmasını bekledi..
Yorumlar
Yorum Gönder